Ekim 30, 2012

Aklı Bulanık Teknik Adam

 
  Ne oldu? Hani bu takım artık koşacak parçalayacaktı? Geldiğinden beri bir teknik adamın elinde olabilecek her imkana sahip olan Kocaman, Alex'i yollayalı bir ay geçmemiş, istifa için doğru zamanı bekliyorum zaten bu şekilde 34 hafta dayanamam şeklinde konuşuyor. Marsilya maçında ikinci yarı, Caner hemen önümdeki mevkiide oynadığından çok net şekilde bitik halde olduğunu, koşamadığını görmüştüm. Lakin ilk yarı çok güzel oynamış ve çok koşmuştu. Fakat ben, sıradan taraftar bunu görürken, 15-20 dk bunu göremeyen Kocaman, ancak Caner kendini yere atıp beni değiştir dediğinde değiştirebildi. Benim için Aykut'un hocalığı zaten orada bitmişti.
 
  Gelelim Pazartesi'ye. Krasiç hazır değil, bunu görmek zor da değil. Oldukça kaliteli bir futbolcu, hazır olunca iyi olacaktır muhakkak. Hazır hale gelebilmesi için de tabii ki maç oynatılmalı. Ama daha 50. dk adamın bitkin olduğunu bu sefer tv'den bile anlayabiliyordum. Aykut kaçıncı dakikayı bekledi, 66. Çünkü farkedemiyor. Kafası o kadar yoğun ki farkedemiyor. Tahmin ediyorum, ikinci yarıya çıkarken, hamle yapmak yerine basın toplantısında ne yapacağını düşünüyor. Caner'i çıkarması gerekirken  Alex'i çıkarınca ne olacak onun hesabını yapıyor. Yani kendini maça verecek kadar sağlıklı bir psikolojide değil. Hangi teknik adam korner kullanılırken ortasahada son adam olmadığını farketmez? Kenardan bağırıp birini ortasahaya çekmez? Belki kimin son adam olması gerektiği belli, ama söylediği dinlenmedi; bu zamana kadar takım organizasyonunda son adamın kim olduğunu bile öğrencilerine öğretemeyecek kadar kötü bir öğretmense daha pas yapmayı vs öğretecek. Toplama öğretemeden çarpma bölme mi gösterecek? Ve ben her maç soracağım. Alex oynasaydı da 3-1 kaybetseydik ne olurdu?

Ekim 09, 2012

Alex-Mönchengladbach-Beşiktaş-Alex



Zamansız ayrıldı güzel adam aramızdan. Hocasıyla anlaşamadığını herkes biliyordu belki içten içe ama kimse bunun bir sorun olarak ortaya çıkacağını ve sonucunda herkesin yara alacağını düşünmüyordu; düşünse de dile getirmeye korkuluyordu. Ne var ki geldiği günden beri Alex'i oynatmak istemeyen Aykut Kocaman, çareyi Alex'i kadro dışı bırakmakta bulunca, Alex de bunca senesini verdiği takımından gitmeye karar verdi. İlk başta yapılan açıklamaları duyunca, nasıl böyle bir vefasızlık yapıldı, neden başkan bu kadar sinirlendi ve Alex hakkında "komik" açıklamalar yaptı anlayamadık. Ayrıca bu karman çorman olaylar dizisi birkaç gün hatta birkaç saat içersinde gerçekleşirken takımın önünde iki tane önemli maç vardı. Biri Avrupa'da Fenerbahçe'ye oranla zayıf denecek bir takım olan Mönchengladbach maçı, diğeri ise tarihinin en kötü kadrolarından biriyle ve maddi açıdan zor şartlarda ayakta durmaya çalışan Beşiktaş maçı.

Mönchengladbach maçı başladığında, bazı kesimler Alexsiz Fenerbahçe daha başarılı olacaktır derken, benim de içinde bulunduğum diğer kesim ise Alex kadroda olsa, belki yedek kulübesinde otursa ama Fenerbahçe yine başarılı olsa diyordu. Maçı izlerken, son zamanlarda hiçbir Fenerbahçeli futbolcuyu bu kadar istekli görmemiştim. Zaten maç sonunda Baroni'nin takıma geldiğinden beri en çok koştuğu maç istatistiğini duyunca gelen haklı galibiyetin sebebi apaçık ortaya çıkıyordu. Defansif anlamda hatalarından vazgeçemeseler de, Fenerbahçeli oyuncular maçı kazanmaktan başka bir çarenin olmadığı, sanki şampiyonluk maçıymış gibi ki geçen sezon kaçan şampiyonluk maçında bu kadar istekli değillerdi, mükemmel bir mücadele gösterdiler. İzleyen herkes maçtan oldukça keyif almıştır, Fenerbahçe'nin nasıl olup da haftalardır iyi futbol oynayamadığını sorgulamıştır.

Üç gün aradan sonra Kadıköy'de kadınların önünde çıkılan maçta da aynı performansı gösterebilecek miydi Fenerbahçe? Herkes merak ediyordu. Futbolcular sanki Alex gitsin hepimiz çok daha iyi oynarız demiş gibilerdi. Aykut Kocaman her iki maçta da gol sonralarında seviniyor, maç oynanırken kenarda yerinde duramıyor ve heyecanla taktikler veriyordu futbolcularına. Zaten zayıf bir kadroya sahip olan, sadece Fernandes üzerinden bir şeyler yapmaya çalışan Beşiktaş karşısında zorlanmıyordu Fenerbahçe. Hatta 3-0 dan sonra atağa dahi kalkmayıp top çeviriyorlardı Fenerbahçeli futbolcular. Maç sonrasında Aykut Kocaman, zor günlerde takım çok iyi reaksiyon gösterdi diyordu. Aslında takım için zor olan günlerden daha çok başkan-teknik direktör-kaptan üçlüsü için zor günlerdi geride kalan birkaç gün. Belki de Fenerbahçeli futbolcular aldıkları bu galibiyetle kulübün büyüklüğünün her şeyden üstün olduğunu ortaya koyuyorlardı. Sokaktan geçen herkes kulübün zarar görmemesi gerektiğini, takım kaptanının da bu takımdan gidebileceğini, ancak seçilen yolun yanlış olduğunu söylüyordu.

Ve son açıklama. Kaptan Fenerbahçe'den giderken, yaptığı açıklamalarla ne kadar büyük adam olduğunu gösterdi. Zaman zaman iğneleyici laflar etse de, çıktı basının karşısına düşündüğü her şeyi, hata yaptım dediği, kırıldım dediği her noktayı tek tek açıkladı. Kurduğu cümlelerin hepsini diyaloglarda başkana da, hocasına da dile getirmeye çalıştığını ve kimsenin arkasından konuşmadığını söyledi. Umarım hepsi doğrudur, çünkü Alex ben kırgın gitmiyorum, kadro dışı bırakıldığım için gitmeyi kendim tercih ettim dedi. 2 saat 7 dakikalık konuşması boyunca ufak tefek sitemleri oldu, ama efendiliğinden ödün vermedi ve bence en önemli olanı da buydu. Şimdi herkes merakla yarın kulübün yapacağı basın toplantısını bekliyor. Umuyorum, başkan ya da kulüpte yetkili bir başkası kimseyi kırmaya yönelik, Fenerbahçe'nin adına zarar verecek, kulüp içinde sorun yaratacak bir açıklama yapmaz ve Fenerbahçe gibi köklü bir camianın adına yakışır şekilde bu olayı arkamızda bırakıp önümüze bakmamıza yardımcı olurlar.

Bu saatten sonra bize de güle güle büyük kaptan Alex de Souza demekten başka bir şey düşmez. Heykelinin başındaki gözyaşlarıyla, attığın gollerle, kaldırdığın kupalarla, golden sonra eşinin tribününe koşmanla ve daha birçok özelliğinle hatırlayacağız seni.

Not: Alex'in basın toplantısına alttaki linkten ulaşabilirsiniz.
http://www.ntvspor.net/video-galeri/alex-de-souzanin-basin-toplantisi-tamami

Ekim 03, 2012

Galatasaray 0 - 2 Braga: Modern Futbol

Düzenli olarak şampiyonlar liginde boy göstermenin maddi getirisi kadar önemli olan bir diğer nokta da avrupa futbolunun zirvesindeki takımlarla karşılaşarak futboldaki değişime ayak uydurma şansı vermesi. Dün akşam gördük ki verilen 6 senelik ara Galatasaray'ı çok geride bırakmış. Artık topa hakim olmak değil; topa hakim olduğunuz sürede neler yaptığınız önemli. Yatay pasların oyuna etkisi sıfıra inmiş durumda; tam tersine goller genelde dikine hızlı ilerlenen iki üç paslı pozisyonlarla geliyor.

Deplasmanda favori olmadığınız bir maçta oyuna yön vermek zorunluluğunuz yoktur ve bulduğunuz bir kaç pozisyon yeterli olabilir. Ama kendi evinizde kazanmanız gereken bir maçta, kapanan takımı açmak için farklı meziyetler gerekli ve maalesef Galatasaray bunlara sahip değil. Braga ilk dakikadan itibaren topa hükmetmek gibi bir düşüncesi olmadığını gösterdi. Kadro yapısını da buna göre oluşturmuş bir kontra atak takımı. Bu takıma karşı kendi yarı sahanızda iki oyuncu bırakarak hücum ederseniz elbet kalenizde tehlike görürsünüz. Buldukları ilk pozisyonda da Galatasaray defansının şampiyonlar ligi seviyesinin ne kadar gerisinde olduğunu gösteren bir gol geldi.

Yenilen golün ardından asıl problem kendini gösterdi. Braga gibi orta seviye takımlar bile artık alan savunmasını çok başarılı yapabiliyor ve Galatasaray bu savunma karşısında adeta aciz kaldı. Golden sonraki 60 dakika boyunca orta saha çizgisinin oralarda top dolaştıran bir defans hattı ve ne zaman ileriye oynamaya çalışsa Braga defansının içinde kaybolarak topu kaybeden bir Galatasaray izledik. Bu savunmaları açmanın 4 temel yolu var:

1- Göbekten seri duvar paslarıyla delmek ki bunun için bütün takımın ayağına çok hakim oyunculardan oluşması lazım. Zaten bu tarz golleri ancak Barcelona'dan görebiliyoruz. Galatasaray'ın en kuvvetli bölgesi burası ve bunu bilen Braga da ortayı kalabalık tutarak bu bölgeden pozisyon bulmayı iyice imkansız hale getirdi.
2- Kanatlara inerek buradan pozisyon çıkarmak. En olası ihtimal bu ama kanatlar aynı zamanda Galatasaray'ın en zayıf bölgesi. Emre, fizik gücü yüksek rakiplere karşı hiçbir varlık gösteremiyor; zaten ikinci yarı yerden kalkamadı. Amrabat da kendisine ödenen 8 milyon euro'nun ağırlğı altında ezilmeye devam ediyor. İkinci yarı takımın kanatları Aydın ve Emre'ydi ki A2 takımının kanat oyunucılarıyla aralarında çok fark olduğunu düşünmüyorum.
3- Uzaktan şutlarla kaleyi yoklamak. Gole en çok bu şekilde yaklaştı Galatasaray. Aydın harika bir şut çıkardı ama ne yazık ki kaleci Beto hayatının belki de en iyi kurtarışlarından birine bu maçta imza attı. Zaten bu şekilde gol şansı olan şut maç içerisinde bir, en fazla iki tane denk gelir onların da gol olması o maçlık şansınıza bağlı.
4- Son olarak duran toplar... Galatasaray yeterli sayıda korner kullandı; yeterli sayıda serbest vuruş da kazandı ama bu duran toplarda organizasyon namına hiçbir şey göremedik. Fatih Terim'in öncelikli olarak belli etmesi gereken şey şu ki; bu takımın duran top kullanacak ismi Selçuk İnan'dır. Kornerlerde Emre'yi bir derece anlayabilirim ama serbest vuruşlarda Burak'ın topun yanına bile yaklaşmaması gerekirken Fatih Terim buna nasıl seyirci kalıyor anlamak çok güç.

Maç boyunca Galatasaray bu çözümlerden hiçbirini üretemedi ve iki 90 dakika daha oynansa da bir şey değişmez görüntüsü vardı. Haftaya olası ManU ve Galatasaray galibiyetleri sonrası üç takım aynı puana gelebilir ve benim düşüncem Braga deplasmanda daha fazla şansımızın olduğu bir rakip. Her şey kaybedilmiş değil ama Cluj maçı artık tamam mı devam mı maçına dönüşmüş durumda. Takımın bu baskıyla nasıl bir oyun ortaya koyacağını kestirmek güç. Fakat bu maçla görüldü ki kendi liginde rahatça ilerleyen Galatasaray'ın iyi gözüken kadrosu şampiyonlar ligi seviyesinin gerisinde ve Avrupa'da başarı için kalitenin yanında tecrübe de gerekiyor.

Ekim 01, 2012

Huzursuz Taktikler


Alıştığımız tabloyla bir kez daha karşı karşıyaydık. Sahada, top oynamayı bilmeyen, ilk defa Türkiye Lig'inde maça çıkıyormuş gibi eli ayağına dolanan adamlar topluluğu; mücadele desen Kasımpaşa kadar mücadele edemeyen bir takım, pozisyon desen akılda kalıcı bir atak organizasyonu bile yok ve maç sonunda yine kargaşa, üzgün taraftarlar, sinirli taraftarlar, olayları yönetmeyi başaramayan bir Fenerbahçe...

"Maç hakkında ne yazmalıyım?" diye düşünene kadar olaylar ilginç boyutlara geldi. 3 Temmuz'dan itibaren her şeyiyle, 7den 70e kulübüne olan bağlılığını gösteren insanlar var Fenerbahçe'nin içerisinde, ama olay kendi aile içi sorunlarımıza gelince; kimse taşın altına elini koymuyor, çözüm bulmaya çalışanlar da durumu daha içinden çıkılmaz bir hale getiriyorlar. Son dakikada kaçan şampiyonlukla, şike süreciyle futboldan yeteri kadar soğuduğumuz yetmiyormuş gibi, taraftarın heykelini diken adamı, 9 senedir verdiği emeği gözardı ederek, büyük bir vefasızlıkla kadro dışı bırakıyorsun. Alex bugün gider takımdan, yarın belki geri gelir başka bir görevle o ayrı bir konu; ama sen Alex'i kovarsan, Fenerbahçe'ye gönül veren binlerce kişiyi karşına alırsın. Sonra da takım mağlup olduğu saniyede herkes Alex olmayınca olmuyor diye konuşmaya başlar.

Aykut Kocaman'ın kafasındaki şablon benim de Fenerbahçe'de yıllardır görmek istediğim oyun şekli. Gel gör ki ne Sow ne Kuyt tek forvet oynayabilecek adamlar değiller. He sen 4-4-2 oynatmak istiyorum dersen, belki olur ama Avrupa maçlarında da çift forvet ve orta sahanın göbeğinde iki adamla harcanırsın. Takımın kondisyonu daha Türkiye Ligi'ndeki takımlara yetmiyor. Teknik taktik anlatana kadar ilk başta takımın güçlenmesini, 90 dakikayı çıkarabilecek kadar diri olmasını sağlamalı Aykut Kocaman. Sahada ayakta duramayan, sürekli sakatlanan oyuncular görmek istemiyor Fenerbahçe taraftarı. Gökhan Gönül iki sene önce Avrupa'nın ilk beş sağ bekinden biri olabilir diye düşündürtürken, şu an futbolunun en olgun zamanında ayakta duramıyor, orta yapamıyor, adam eksiltemiyor, savunma yapamıyor. Elindeki malzemeyi kullanmayı bilmezsen, eğitmeyi çalıştırmayı bilmezsen, kimi istersen getir bu takıma.

Bu sene bahaneleri olamaz Aykut Kocaman'ın. İstediği tüm oyuncular alındı, kadroya getirilen yabancılar ve geldikleri takımlar düşünüldüğünde, kağıt üstünde Türkiye'nin en iyi kadrosu oluşturuldu belki de. Şimdi eline son fırsatı da geldi. Alexsiz oynama hayaline de erişti. Bakalım, takım perşembe akşamından itibaren nasıl bir görüntü sergileyecek. Sonun başlangıcı mı olacak, yoksa yeni bir sayfa mı açılacak Fenerbahçe'de.

Ruhumuz Kadro Dışı


  1 Ekim itibariyle geldiğimiz sonuç; Alex’in kadro dışı kalışı (Quaresma mı bu adam?). Şimdi alternatif bir senaryo üzerinde düşünmeye davet ediyorum sizi. Sezonun başını düşünelim. Hazırlık kampı sürecinde, Alex’ten daha az yararlanacağız, gerektiğinde dinlendireceğiz gibi  açıklamalar geliyordu Kocaman cephesinden. Bu açıklamaları şöyle değiştirelim ve hayalimizde yeni senaryoya başlayalım; “Alex bizim gelmiş geçmiş en değerli birkaç oyuncumuzdan biridir. Burada olduğu süre içinde takım hep onun üzerinden oynamıştır ve son senesi olan bu senede de takım, yine onun üstüne kurulacaktır. Önümüzdeki sezon Alex’in son senesi, önemli bir vefayı ve saygıyı teslim etmek için, onu sağlıklı olduğu sürece ilk 11’de kullanıp, Fenerbahçe’deki kariyerini en güzel şekilde sona erdirmesini sağlayacağız” vs vs vs.... Bu senaryoda 3 ay boyunca basının konuşacağı konu; oyuncu klüpten büyük mü, oyuncular gelir geçer önemli olan klüptür vs. olacaktır ki bana göre şu an klüp içindeki herkesten daha büyüktür Alex.
 
  Peki bu senaryo gerçekleşmedi de realitede ne oldu? Alex oynamadı da klüp Şampiyonlar Ligi’ne mi girdi? Alex oynamadı da UEFA için en ufak ümidi olan taraftar mı var? Alex oynamadı da klüp 6 hafta sonucunda lig için umut mu verdi? Sportif direktörümüz Alex ile uğraşmasaydı ve hakettiği saygıyı teslim etseydi, daha kötü durumda olunmayacağı gibi en azından takımda huzur olurdu. Gelinen sonuçta ben Alex’e en ufak kızmıyorum. 2012-2013 senesi kupasız kapatılsaydı ama gelmiş geçmiş en büyük birkaç değerimizden biri korunsaydı, futbolun maddiyattan değerli olan maneviyatındaki kazanç oldukça büyük olurdu. Berbat yönetimi ile son 11 senesini harcamış Fenerbahçe klübünün, tek güzel öğesi, takımı ayakta tutan tek varlığıydı Alex. Duruşu, değerleri, temizliği ve yetenekleriyle, sahada benim yüzümü güldüren tek kişiydi yıllardır. Benim için Fenerbahçe’nin karakteri onun karakteriydi. O da bu yönetime, vefasızlıklarıyla ünlü bu millete fazla geldi. 

Eylül 27, 2012

Bremen'de Maç Günü

Hafta sonu Werder Bremen - Stuttgart maçına bilet aldık ve sonunda ne zamandır gitmek istediğim Werder Bremen'in Weserstadion stadını görme imkanı buldum. İki yabancı klüp takımınının maçını ikinci izleyişim ve şans eseri ilk seferde de yine Werder Bremen'i, bu kez Saraçoğlu'nda UEFA finalinde Shaktar Donetsk karşısında izlemiştim. Bakmayın ne zamandır görmek istediğim dediğime; gitmeme sebebim bir türlü planlayamamış olmamızdı. Yoksa biletler oldukça uygun... Biz en ateşli taraftarların bulunduğu Ostkurve (doğu tarafı) kale arkasından 10 Euro'ya aldık biletimizi.



İstanbul'da şehir takımı kavramı olmadığından yaşama şansım olmayan bir durum var burada. Bremen küçük bir şehir ve buna oranla oldukça ünlü bir futbol takımı var. Stad 42500 kişilik kapasiteye sahip ve şehrin toplam nüfusu 500000 civarında. Stad her hafta tam doluluk oranına sahip; bu da demek ki her 10 kişiden biri stadın yolunu tutuyor. Sokağa çıktığınızda herkesin üstünde yeşil beyaz renklerde bir şeyler görmek mümkün. Bütün şehir o gün maçı yaşıyor ve siz de maça gitmeden önce maçın havasına girmek istiyorsanız sokaklar gerçekten çok keyifli oluyor. Bizdeki köftecilerin yerini burada sosisçiler almış durumda. Hava hafif soğuk (İstanbul standartlarına göre çok soğuk) ama nehir kenarında biralarıyla, sosisli sandviçleriyle herkes çok mutlu. 

Şehrin her yerinden insanlar stada akıyor ve biz de çok geç kalmamak için stada yollanıyoruz. Stada giriş son derece sorunsuz ama sonradan değineceğim gibi çıkış o kadar da rahat olmayacak. Yalandan bir kontrolden geçtikten sonra, sıfır kuyrukla biletinizi okutarak stada giriyorsunuz. Oturmadan önce içecek birşeyler almak için büfeye yöneliyoruz ve maç izleme kültürümüzün ne kadar geride olduğunun en çarpıcı örneğini görüyorum. Stadda bira satılmakta ve herhangi bir bardakiyle aynı fiyata sahip. Ayrıca plastik bardakla oturduğunuz yere gitmek de mümkün. Biramı alıyorum ve hem maç izleme keyfi budur; hem de Devlet Bahçeli modunda "Bizde niye yok diyor!!" şeklinde düşünerekten tribüne giriş yapıyorum.


Maçın başlamasına henüz bir saat olmasına rağmen kale arkası neredeyse full durumda. 5 kişilik ekip olunca toplu oturacak yer bulmak çok zor oluyor ve uzun uğraşlar sonunda en kenarda bir yer bulmayı başarıyoruz. Ostkurve, stadın ayakta maç izlenen tek kısmı. Heyecanla maçın başlamasını beklemeye koyuluyoruz. Stadda herkesi boş boş bekletmek yerine maç öncesi taraftarlarla çeşitli röpörtajlar; devre arasında penaltı atma tarzında yarışmalar yapılıyor. Bizde neden kimse kafa yormaz bu işlere, anlamak zor... Maç öncesi takımların sahaya çıkması, çalan müzikler; ligin marka değeri nasıl arttırılır bunun dersi adeta. Her şey belli bir formatta ilerliyor.

Maç başlıyor ve stadda garip bir suskunluk hakim oluyor. İstanbul'da takımınız kendi evinde 4-0 geride olsa stad nasıl olur, öyle işte! Sadece bizim tribünün orta kısmından Hıncal'ın Saldır Galatasaray trollüğü kıvamında dakikalarca süren, iki dizeden oluşan bir tezahurat yükseliyor. Maç boyu durum değişmiyor. Werder 2-0 öne geçti aynı; maç 2-2 oldu yine aynı. Belki Werder Bremen'in eski gücünde olmaması; belki de maçın önemli görülmemesi ama taraftarda maç boyu hiçbir hareket yok. Dediklerine göre Werder Bremen - Hamburg maçlarında çok iyi atmosfer oluyormuş da bu taraftar nasıl atmosfer yapar merak içindeyim. İki kelimesini çözüp bir yerlerine eşlik ediyorum tezahuratın ama etraftan katılım sıfır olunca susuyorum tabii. E oynanan maç da normal şartlarda ilgimi çekmeyeceği için maçın sonunu zor ediyorum. Maça fazla değinmeye gerek yok fakat takım, nerde o Diego'lar Mesut'lar Klose'ler dedirtti. Eski güçlü günlerini aratır durumda Werder Bremen.

Maç bitiminde kapıya yöneliyoruz ama o da ne: Koca kale arkasına tek çıkış kapısı verilmiş. Biz de olduğumuz yerde beklemeye koyuluyoruz. 2008 yılında yenilenen stadda nasıl böyle bir dizayna gidilmiş anlamak imkansız. Yaklaşık 20 dakika sürüyor staddan çıkmamız ve herkes düşüyor yollara. Benim evim stada yürüme mesafesinde ama gördüğüm kadarıyla maç çıkışı ulaşım sıkıntısı yaşanmıyor.

İkisi aynı anda olmuyor galiba. Bizdeki atmosferi, buradaki maç günü keyfiyle birleştirmek mümkün mü; belki İngilizler bunu bir ölçüde başarmış durumda. Bir sonraki hedef Hamburg maçı... Bilet bulmak çok zor ama ancak o zaman Almanların gerçekte ne kadar ateşli bir taraftara sahip olduklarını anlayacağım.

Eylül 20, 2012

Manchester United 1 - 0 Galatasaray: Galiptir Bu Yolda Mağlup


Barcelona, Real Madrid gibi takımların maçlarını izlerken düşünüyorum bazen, dünyanın sayılı takımlarından birinin taraftarı olmak ne keyiflidir diye… Dünyanın en iyi futbolcularına sahipsiniz, her maçın favorisi sizin takmınız, her sene her kulvarda şampiyonluğa oynayan bir takımınız var. Ama sonra gün geliyor takımım Avrupa'nın devlerinden biriyle karşı karşıya geliyor ve diyorum ki; iyiki bu takımı tutuyorum. Belki bir daha Avrupa Kupası göremeyeceğim ama her büyük Avrupa maçı öncesi şu heyecanı yaşamak yetiyor. Rakip açısından final bile başarısızlıkken benim icin grup maçında alınacak bir galibiyet destan oluyor. 

Böyle maçlardan biriydi işte Manchester United deplasmanı... Kaybetmek kolay, kazanmak olay demişti Fatih Terim maç öncesi. Kesin favoriydi Manchester United ama her Galatasaray taraftarının dilinden düşürmediği bir söz vardı: Kazanmaya gidiyoruz. Evet rasyonel değildi ama bir taraftar temennisinden de öteydi galibiyet düşüncesi. Belki 20 yıl öncenin verdiği cesaret; belki Fatih Terim’in kendinden emin yorumları; belki de kaybedecek bir şey olmamasıydı bu inancın sebebi. Maç saati ise gelmek bilmedi. Yıllar sonra bize çok özledigimiz 21:45 heyecanını yaşattığı için bile teşekkürü hak ediyor bu ekip. 

Bu duygularla başladi maç ve başlama vuruşuyla herkesin beklediği şekilde Manchester’ın etkili baskısı geldi. Bir gerçek var ki İngiliz takımlarının Türklere cok ters gelen bir oyun tarzı var. Hiç alışmadığımız bir şekilde inanılmaz bir tempoyla ve çok hareketli oynuyorlar. Bir yere kadar dayanılıyor ama herkesin hareket halinde olduğu bir hücuma karşı bütün boşlukları doldurmak mümkün olmuyor; bir noktada konsantrasyon kayboluyor ki gol de bu şekilde geldi. Baktığınızda halı sahada yenilse sinirlenilecek kadar basit bir verkaçla geldi gol ama sürekli baskı karşısında hata yapmak kaçınılmaz oluyor.

Golden önce ise penaltı pozisyonu var ki, Wolfgang Stark’ın bu seviyeye nasıl geldiğini sorgulattı. Aynı pozisyonda takımların yerini değiştirsek çıkacak kararın penaltı olacağını düşünmek pek de zor değil. 1-0 önde başlamak varken 1-0 geride başladık maça ve takımın da bu pozisyonun etkisinde kaldığını düşünüyorum ilk 15 dakikalık süreçte. Artık net olarak gözüküyor ki UEFA bu 5. hakem saçmalığından yol yakınken vazgeçmeli. Gözlerinin önünde olan pozisyonlari izlemekten başka bir şey yapmıyorlar ve daha bir işe yaradıklarını görmedim. Sırf orta hakem olsa gormedi deyip geçebiliriz ama bu durumda net bir art niyet ortaya çıkıyor ve hissedilen haksızlık duygusu katlanıyor. Gitsinler bunlara verecekleri parayı UNICEF’e falan bağışlasınlar en azından hayırlı bir yere gider para. Burada Umut’a da ayrı değinmek gerekir ki, aynı Fenerbahçe maçında olduğu gibi yoktan tamamen kendi çabasıyla bir penaltı kazandırıyordu takıma. Hep maçın içinde ve inanilmaz pozisyon kovalıyor. Burak'la Trabzonda iyi bir ikililerdi ve Galatasaray gibi oyunu rakip sahada oynayan bir takımda daha da tehlikeli olacakları kesin.

Manchester deplasmanında biri çok net biri tartışmalı iki penaltınız verilmiyor, üç topunuz da direkten dönüyorsa galip gelmek imkansıza yakın oluyor. Amrabat’ın direkten çıkan topu var ki, FIFA oynayanlar bilir; o vuruşu oyunda gol yapanlar bile bağıra cağıra gol sevinci yaşarken; Amrabat Old Trafford’da 70000 kişiyi sustursaydı buradaki kahvelerde nasıl sahneler yaşanırdı düşünemiyorum. Hamit’in direkten dönen topunda da tarihimizde galiba ilk defa ingilizleri kendi silahları olan duran top organizasyonuyla vuracaktık ama işte olmayınca olmuyor demekten başka çare yok.

Maçın geneli için uzun uzun analiz etmek yerine Galatasaray taraftarına bakmak yeterli heralde. UEFA finalinin son dakikalarında Levent Özçelik’in bir sözü vardi. “Skor 0-0 ama sanki mağluplermişçesine onlar oturuyor; sanki galipmişçesine bizler ayaktayız.” Ayni o hesap… Müthiş bir Galatasaray taraftarı vardı Old Trafford’da. 85 dakika mağlup oynadık ama onlar 90 dakika boyunca susmadılar, kafede maç izleyen taraftarı bile gaza getirdiler. Maç sonunda da herkes arasında şunu konuşuyordu sanırım: Bu takım bu gruptan çıkar. Tabii ki Manchester United’ın oyunu domine ettiği bölümler vardı ama Manchester deplasmanında bundan daha iyi top oynamak çok zor.


Gönül isterdi ki bu güzel futbolun karşılığı olan puan veya puanlar alınsın fakat olmadı. Bir beraberlikte bile ikincilik yolunda büyük bir avantaj yakalanabilirdi; umarım bu maçta kaçan puanlar grup sonunda bize ah dedirtmez.

Fatih Hoca ilk geldiğinde amacımız mağlup olurken bile taraftarını gururlandıran bir takım yaratmak demişti ve bu maçla bu sözünü tutmuştur benim gözümde. Önümüzdeki maçlara umutla baktıran ve Old Trafford deplasmanında stresle değil keyifle maç izleten bu takım umarım bir daha bizi Şampiyonlar Ligi'ne hasret bırakmaz. Bu futboldan sonra klasik tabirle diyebilirim ki: Bu işin bir de Sami Yen’i var…